6 Temmuz 2010 Salı

ne zaman çimler taze biçilir, ben kalkar giderim...

Başladığım yerde bitiriyorum yine; yine dolapların üstünden toz kalkacak bir bilemedin iki güne...

Sıcaktı, boş ve yalnızdı hayat; mevsim yine yazdı: burada başladı herşey. Bir hikaye yaşadık hep birlikte adına MiF dedik. Nerde birinin sesi çıkması gereken bir durum olduysa, akla gelen ilk isimdi benimkisi: "Esra demiştir" dendi hep, benim hiçbirşeyden haberim olmadan.

Çok değil daha dün, iki puanla şeref olamazsam ya diyordum; şimdiyse üstümde tek başınalık krallığına edeceğim vedanın telaşı. Zamanın ikiye bölünüp, hem hızla akıp geçtiği hem de hiç geçmediği; ama en sonunda biribirine converge edip ortada buluştuğu yerdeyim. Güneş bile batarken naz edip asılı kalıyor durduğu yerde. Çimlere bakmak sonsuzluk gibi, benim sonsuzluğum, ilk defa korkutmayan sonsuzluğum.

Gitmek istiyorum, tekrar tamamen kendimin yapacağım bir yere. Dönmelerden sıkıldım artık, yepyeni şeyler yüklenip, hiçbirşeyin değişmediği yere. Her adım, artık bir basamak, geriye dönüş olmayan...

24 Haziran 2010 Perşembe

saçlarımı özlüyorum

uzun saçlarımı özlüyorum. artık tarayamadığım ve onlardan kurtulmam gerektiği gerçeği onları karış karış kestirdiğim için boğazımın düğümlendiği gerçeğini değiştirmiyor.

comfort zone, big dreams, malta, jobs to live, gece rahat uyumak, ozlemek, zeytinyagli fasulye ve bitmeyen submitler.

15 Haziran 2010 Salı

2010 baharı

benim değil sanki bu yaşadığım hayat, ve sanki koca evrende bi tek ben varım, özünde yapayalnız... içtiğim vitaminler mi kafa yapıyor, yoksa inadına içmediğim ilacım yüzünden polenler mi bünyemi sarsıyor kesin bi fikrim yok ama hissiz ve tepkisiz birine dönüşmüş gibi hissediyorum zaman zaman: vazgeçmişlik, boşvermişlik, salıvermişlik... ne dersen artık. ya ben hiç acımadan karış karış kestirdim saçlarımı! hiç kalmadı değiller ama kıyamam dediğim çilesine aylarca katlanıp uzattığım bütün o "emek" bir anda gitti. belki hayatta herşey bu tarz örnek izdüşümler bütünü, varetmek ömrünü alır yoketmek bir kıvılcım...

"Damarlarımdaki kan gibisin varlığını her an hissetmiyorum ama yokluğunda yaşayamam." sanırım böyle bir faktör vardı benim hayatımda, ne olduğunu bilmediğim ama beni bütün ve olduğum gibi tutan; şimdi "falling apart" hissi her yanımda, ama baloncuklara, ama milyon renkli şekil şekil kristale dönüşüp.

yaşamak ve ölmek konusundaki standart hislerimin hiçbiri kalmadı, sanırım daha önceki ya da olası bi sonraki hayatımla bilinçüstü bir buluşma yaşadım, ölesiye bi olgunluk geldi ruhuma, farklı ötesi.

ben zamanı suyla yoğurup bir güzel hamur edip, kalıplar halinde istediğim şekilde elimde tutmasını pek iyi bilirdim, gelen yazla ısınan havadan belki de şimdi avuçlar dolusu kum tanesi oldu bütün zaman, hakim olmak mümkün değil ve parmaklarımı kapatıp avuçlarımı kavuşturamıyorum bile; akıp gidiyor...

7 Haziran 2010 Pazartesi

mutfaktaki çiçekler, yollar ve yağmur

*sezenin bir "izmir" deyişi var ki, ahh... sanki izmir değil benim ciğerim yanıyor. sanki günlerdir yağmur yağıyor, bitmek bilmeyen bir yağmur, ardı gözükmeyen kara bulutlar...

* ben diğer köşedeki cafede otururken delice refüjü hiçe sayıp karşı şeride geçen ambulanslar bu istanbulun şöförlerinin her türlüsü manyak dedirtmişti, hep geçtiğim o köşede doğal gaz patlamış meğerse bu sefer ben geçmeden yarım saat önce.

*bu aralar kanatları düşünüyorum: hangisi kimin?

* rüyada yaşamak farklı bir his bu öyle bile değil, sanırım uyuşturucu bağımlısı hayatı bu, tamamen farklı bir boyuttaki gerçeklik.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

no subject

üstüne düşünebileceğim şeylere ihtiyacım var, salt "gör-taklit et & öğren-uygula"dan ziyade "kafa yor-ara-tara-kendin bul" tarzı şeylere... işte tam da bu yüzden dersler hiiiiiç mi hiç ilgimi çekmiyor artık, bana ne yani. bi mr sanjay var ama o kadar motivasyonsuzum ki "challange not accepted"...

27 Mayıs 2010 Perşembe

kalbim egede kaldı

naber bilog,

Bak bu gece ne anlatacağım; sana şefkatle severek ile hırsla birşeyler yapmanın farklarını; artık büyüdüğümü, istanbulu, kaybolan ve tazelenen hırslarımı, duygularımı, sevgilerimi, yenilgilerimi, dolu dolu anlata anlata bitmeyen bi günlük dev hayatımı, ve daha neleri neleri...

Anlatmasına anlatıcam da, nasıl ki kelimeler boğazında düğümlenir, harfler de öyle şuan, parmak uçlarımda birikip kalıyor. Önce ellerimi ordan bütün kollarımı ağırlaştırıp, vücuduma yerçekimininin oturduğun yerde bile bi kaç g'ye çıkabileceğini hatırlatıyor.

Hani özleyip durduğum o yaz var ya, o sabahında kalkıp sakin kumsalında yürüdüğün, sevdiklerinle verandada kahvaltı yaptığın; küçük yeğenlerin, kuzenlerin ya da kardeşinle öğlene kadar yüzüp, kurtlar gibi acıkıp, makarnalı salatalı bir öğle yemeği masasına oturduğun; yemekten kalkıp kumsala incir ağacı kokularının içinde geçip yürüdüğün ve sonra o altın kumlar ayakların altında yumuşakça seni ısıtırken vardığın iskele kıyısındaki gölgede kitap okuduğun ve dalgaların ninnisinde uyuduğun... hani o akşamına bronz ve sıcak tenine efil efil etek ve bir de beyaz hırka giydiğin, saçlarında çiçek kokun arka planda cırcır böceği ve hafif dalga sesi, sarı loş ışıklı iskelen, yakomozun ve çayağacı kokan böceksavar sürülmüş kolların...

İşte ben o yaz gününü aslında hiç yaşamadım bilog, ama gel gör bugün yine özlüyorum o günü ve o beni, hem de en Nisan duygularımla...

24 Mayıs 2010 Pazartesi

drenched in pink

Normalde adetim değildir buraya foto eklemek ama böyle bi motivasyona ihtiyacım olacak bir döneme giriyorum.

Ders çalışmak zorunda kalmak problem değil; senelerce çalıştım, yine çalışırım, koymaz. Ama şunu anlamıyorum; bir insan bi konuda iyidir, iki konuda iyidir ama bütün konularda da değildir. Bence MiF buraya kadarmış, bundan sonrası zorlama. sırf 4 dersin ismi "special topics in finance" hani "biri gelir içini doldurur nasılsa" dersleri.

Çok büyük hayal kırıklığı yaşadım ben bugün: sanki aylardır piyasa denen jungle'a tek başlarına salınmış masum gençler biz değilmişiz de, daha geçen cuma orda dersteymişiz gibi bi halle derse başlandı. şaka olsa gerek dedim, insan bi sorar nasıl geçti stajınız naptınız diye. daha bizi göndermeden yerimizi doldurmanın derdine düşmüşsünüz. ben burda kendimi ne kadar yırtsam bi faydası yoktur ama yinede "break time" diye bişi var hacı! hele bi çek ayağını gazdan da nefes al, bi zahmet bi gözlerimizin içine bak, göreceksin orda deriiin bir boşluk var belli bi saatten sonra.

16 Mayıs 2010 Pazar

cabin crew cross check

Rüzgarlı havalarda sabiha gökçenden her uçuşumda, hay aklıma sıçayım diyorum, bok işim mi vardı, otursaydım evimde ne diye bi yerlere gidiyorum ki ben şimdi? Bi teneke kutunun içinde kağıtmış gibi çırpınan koca kanatlarla bilmem kaç bin feet yükseğe çıkmaya çalışıyorsun, doğanda uçmak olmadığını bile bile, inadına...

Annem, "o eti de bölmeden ağzına atıp yutuversen n'olur?" dedikçe çığlık çığlığa susmak tipi bir yanlızlığa düşüyor eti liflerine kadar ayırıp öyle yiyorum.

13 Mayıs 2010 Perşembe

paralel evren

Kaç tane daha olabilirdi, inan bilmiyorum. Dozu arttıkça bu paralel açılımların, açtığı kadar da boğuyor, onu anlıyorum sadece. Güzel ve çirkinin birbiriyle bu alıp veremediği ve bu kadar içiçe dış dışalığı ve benim daha önce bunu iddia etmiş de haklı çıkmış olmam acı-tatlı bi hal alıyor.

Müzik diye sızlanıyorum, susuz kalmış, havasız daralmış gibi, yoksunluğa düşüyorum, beyaz kulaklıklarımı, bissürü cigabayt şarkılarımı özlüyor, geri istiyorum. Hayatımın yaylıları beni bensiz bırakıyor müziğim olmayınca, yanyana dizilmiş onca tele vuran tuşların sesini arıyorum havada; ya da bir nefesin kıvrımlardan geçen, deliklerde koşan sessiz çığlıklarını...

Hüzünle birbirimize çok yakışıyoruz aslında, ama ben onu çoktan yollamıştım uzun sürecek bir yola, özlemiş olsa gerek beni, döndü yine yarıyoldan geri geldi.

herşey viyanadan gelmiş gibi sanki, öyle oldukça daha da mutlu ediyor, o topun peşindeki deliler o kadar da takip edilemez görülmez ve bitbit değil hani, konser desen ayrı bir fenomen bütün o insanlar için, kızlar inanılmaz, pırıltılar yüksek topuklar, satralistanbul apayrı birdünya, estetik ne zaman bu kadar default oldu farketmemişim bile, burası istanbul!, heterofobik hallerdeyim derdimi bi görkem biliyor, anlatsam dilimde tüy bitse yine açıklanmaz, haklı çıkarmaz beni, bizi, hiçbirimizi, ben ilk rollercoster'a bindiğimde de göz kapaklarım adeta birbirine yapışmıştı, hem de onca saat sırada bekledikten sonra, sonra bi daha da binmedim zaten.
*pink martini - autrefois

3 Mayıs 2010 Pazartesi

ağız dolusu acı

...yüksek olan eşiğimi de geçti artık bu ağrı, artık derin bir keder derin bir acı...

implantlarım ve ben, bir de kemik tozlarım, şu diş işi ne zormuş allahım!

29 Nisan 2010 Perşembe

unuttum

çok yazacaktım, ama gel gör ki unuttum.

demeye meylettiğim vedövidöler şunlar olabilirdi.

*dün metronun merdivenler bitip de gökyüzünü gördüğümde bir an arkama dönüp baktım ve şöyle dedim "hergün istiklali göreceğin aklına gelir miydi?"

*herkesin birbirine ismi ile hitap ettiği ya da sen diyebildiği bi ortam fikri o kadar da zor değilmiş.

*sinemada otururken kendimin küçük bir baloncuk içinde dolaşıyor olduğunu hayal ettim, yani sanki ben o küçük çocukların üflediği gliserin mucizesi su köpüğünden bi balona sahipmişim de onun içinde yaşıyormuşum gibi, kısacası tek kişilik dünyamda çok da normal gelen bir yanlızlığı paylaşıyordum kendimle yanımdakinin kim olduğunu önemsemeksizin.

* acayip rüyalar gördüm dün gece, mesela 2. katmış durduğum pencere ve daha önce atladığımda canım yanmamıştı, şimdi ise çok yüksek gözüküyor diye düşünüp korkuyormuşum.

* insanların beni arayıp heyecanla "ESRA!" demeleri mutluluk bile içerse beni yerimden hoplatıyor, feleğimi şaşırtıyor. lütfen önce "alüü" diyiveriniz.

*fazla duygusal çeşitlilik hiç bana göre değil, bukadar yüksek volatilite sağlığıma zarar. aslında ben o anda içten içe öyle bir çemkiriyorum ki, dışarıdan o kadar sevimli göründüğümü söyleyip hatta ve hatta şaşmaları aslında beni daha da şaşırtıyor da onlar bunu bilmiyor.

*külkedisi muamelesi yapan şişko üvey kardeş rolüne soyunmuş küçük beyinlerin unuttuğu birşey var ki o da külkedisinin aslında prenses olduğudur. nedir yani, çok mu istiyorsunuz beni prenses yapmak. hı-hı evet çok da bale pabucumdu.

20 Nisan 2010 Salı

anlatacaklarım

Şu an öyle başım ağrıyor ki, bi anda saplandı ağrı ve yavaş yavaş dağılıyor, hani beyin kanaması filan geçiriyorsam anlatacam diyip de anlatmadan gitmiş olmayayım diye yazıyorum bilog :)

Eğer iş, hayat tarzın oluyorsa biryerden sonra, ve bütün vaktini alıyorsa, en azından hayatının aşkıyla karşılaşmana müsade edecek ve onu yaşatacak kadar esnek olmalı diye düşünüyorum. evet manyağım.

Bi heves aldığım siyah takımlarım bi yerden sonra ruhumu feci boğuyor ve pembeli alice hanımı özüm özüm özlüyorum, gözüm artık neon sarılara, fıstık yeşillere, saten pembelere gidiyor direkt.

Diş doktoruna gitmek o kadar sıradan bi hâl oldu ki benim için bazen saat kaçta gidecektim o hafta onu bile unutuyorum. Ama Belizin bana küçük kardeş muamelesi yapmasını, babasının beni sarılıp öpmesini çok seviyorum artık ve hiç hayıflanmıyorum.

İzmire taşınıp settle olma fikrim bugünkü 45 dakikalık koşum sonrası tekrar birgüzel değişmiştir. Dövmesini yaptıracak kadar içime sindirememiş olsam bile hayat "never settle" düzeni üzerine kurulmalıdır benim için. Ha, şu an öyle mi? maalesef hayır.

Okan'a gittim biloog! Hani bilen bilir (yani bi tek kendim) ben hastasıyımdır okanın, bana çok kafa, çokk beraber çalışılası gelir; ekibine ve üçköşe masasının üzerindeki her sene değişen bilimum garip objeye bayılırım.

Son bi kaç senedir, hatta ilkokulda mcdonaldsda doğum günü partisi verdiğimden beri, doğumgünlerimi kutlamaktan kaçınıyorum galiba, nasıl anlatsam, beklentiye girmek istemiyorum, insanların hatırlamaması ihtimali pek de çekici gelmiyor... dün ofistekilerin doğumgünü kutlanınca bi içim buruldu tabi ama bugün gelen idefix paketi herşeyi kompanse etti, ne süpersiniz olm siz! word cloud yapmış olmanız ayrı bi çoşku kattı bana, üstünde takım elbise kucağında alice'in kitabı elinde bi kart postal ve kocaman bi sırıtışla ofiste dolaşmamın ne kadar acayip durduğunu anlatmıyorum bile :)

uykusuzluktan deli olucam bu arada, yatıyorum kalkıyorum, sanırsın ki hiç uyumadım.

15 Nisan 2010 Perşembe

no sense

yeni dönmüştüm o zamanlar, herşeyi karşılaştırmayı henüz bırakmadığım zamanlardı... birgün emanuel bana bir şarkı gönderdi: "little bird" şimdi onu dinliyorum.
emanuel zaten herzaman muhteşem ve şaşırtıcı şeylerle karşılamıştı beni, içten gelen inceliklerle...

bugün gördüğüm şeyin daha fazla etki yaratmasını beklerdim, üzüleyim mi sevineyim mi bilemedim. şuan düşünüyorum da, this is just not what i meant to be.

esra! bu sana okkalı bi hatırlatmadır kızım! git buralardan!
*tchaikovsky D major 35: allegro moderato

14 Nisan 2010 Çarşamba

demirden korksam, trende işim ne?

Benim tanrı inancımın farklı bir boyutu vardır. Mesela onun bildiğini kuldan saklamanın gereği olmadığına inanırım. Henüz hiçbir köyden kovulmadım ama kendi doğrularım olan bu saklanmamalık düşündüklerimi söyledikçe kovulmadık köyüm kalmayabilir ya da insanlar beni bağrına basabilir, kimbilir :)

Benim o an onu düşünmüş olmamı, ya da tamda öyle hissettiğim gerçeğini; yazdığım şeyleri silmem ya da susmam ne de olsa değiştirmeyecek.

8 Nisan 2010 Perşembe

yine vaktim kalmadı, yine yazamadım

Pilim bittiğinden ya da sürem dolduğundan değil ama psikolojik bir baskı var üzerimde hemen uyumazsam sabah kalkmak acı verebilir, sonuç olarak da bütün gün ofiste sirke satabilirim diye düşünüyorum.

Müzik dinlemeyi, ama kendi müziklerimi, çok özlüyorum. philips kulakiçi kulaklıklarımı ve mp3 player'ımı.

Başkalarının aşklarını izleyip(bkz:diziler) gerçek olabildiğini düşünmek, tekrar gastronomik hayaller kurmak hep bir çocuksu hayalcilik midir yoksa hayatın ta kendisi midir, en kaligrafiğinden bir soru işareti benim için şu iki gündür.

Ne giysem üstümden düşüyormuş hissi yaşamak, saçlarımın ne yapsam işe gidene kadar düzgün kalmaması, ya da en azından bana öyle gelmesi, ve bunların çok da umrum olmaması, hem de 3 haftada, hayr-ı alamet olmasa gerek.

Sırf varlıkları bile neşe getiren insan tipi var, bunu biliyorum artık, üniversitede vardı öyle bir dostum; korkarım artık o benimle karşılaşmak dahi istemiyordur. Şimdi de işyerinde var öyle bir colleague'm; o ortalarda gezindikçe içim ferahlıyor.

5 Nisan 2010 Pazartesi

pariste son konser

nite nite blog,

Farkındayım çoktur yokum ortalarda ama sen ne çektiğimi gel bir de bana sor :)

En yakın zamanda şunları anlatacağım sana:

*İnsanın kendini birşeye nasıl da ikna ettiğini (bkz:esranın termodinamik halleri)
*İş hayatının hem öğrencilikten kat kat kolay olup hem de nasıl bu kadar yorabildiğini,
*Women in black ile Alice in pink arasındaki 7 farkı,
*Ağzında dikişlerle dolaşmanın nasılda "ordinary'n' not-so-cool" bişey olduğunu ve dişçi koltuğunda kendimle yaptığım konuşmaları,
*Hakkaten evlenip izmire taşınma fikrine neden nasıl niiçin hangi kozmik hormik düzenler içinde mey'lettiğimi,
*Sürekli bişeyler konusunda "argue" etmek zorunda kaldığım değil de, izledikten sonra defalarca "çok güzeldi yaa" diyebileceğim bir festival filmine diğer onlarcası arasından seçip bileti alıp beni çağırabilen insanlarla dolu bir dünya ütopyamı,
*Perfect man, ya da perfect women diye birşey olmadığına göre, "perfect couple" diye birşey olduğuna inanmak istememi ve neden ağızlara sakız olmuş bu kavramı bir türlü içselleştiremediğimi,
*Poker öğrendiğimi, flashforward'a başladığımı, bütün herşeyin self-fullfilling prophecy olduğunu,
*ve yazmayı ne kadar da özlediğimi...

...uzun uzun anlatacağım sana, ama şimdi uyumam lazım yoksa çok çekilmez biri olabiliyorum :))

16 Mart 2010 Salı

fell like a thousand petals

naber bilog :)
allah bozmasın bir neşeliyim bir neşeliyim, anlatamam.

ben bugün bunu gördüm:
kalp atışlarının 140a çıkması için illaha da yüksek tempoda koşmak gerekmiyormuş, azıcık gün ışığı, doymuş bir karın ve iyi geçmiş bir sınav üstüne güzel bir yüz görmek yetiyormuş :)

bugün bunu gördüm: öyle uzun uzadıya günlerce nerd'lemeye gerek yokmuş, adam gibi oturup, ben bunları seviyorum zaten, öğreniyim bakalım neymiş diye çalışınca, sınav pek de kolay oluyormuş.

bunu gördüm: işe gitme fikri inanılmaz heyecanlıymış, ve artık diğer şeyler o kadar da göz korkutucu değilmiş, belki de dışarıda güneş sırf bu hissi getirmek için açmıştır.

gördüm: mutlu oldum!
süper bi olay ya:) "görünce mutlu olmak" çocuk gibi.. :] ehe!

12 Mart 2010 Cuma

bensiz eksik kalırdı

*istanbul diyorum, ben olmasam, en fazla bir deli daha eksik kalırdı. bugün bunu gördüm: yolun ortasında oyy diye bağırdım artık dertten kendi kendime. hayat ancak bu kadar kötü olabilir dedim o an. çünkü murphy'nin hayaleti şemsiyemin ucuna tutunmuş benimle beraber süzülüyordu sanki acıbademin yokuşunlarında tırmanırken... lastik yağmur botunuz varsa, ve hava güneşli diyip onları giymeden çıkıyorsanız, sağanak bastırır.

*diş perisi olsa gerçekten zengin olmuştum, o derece. ama artık sorgulamıyorum, isyan da etmiyorum, tamam hepsine tamam, kırsınlar, kessinler, çeksinler. sevdiğim herşeyin başına birşey gelsin anlaştık. beyaz olan herşeyim lanetlensin, sevdiğim beyaz gömleğim yurtta kaybolmuştu mesela, ona da üzülürüm hâlâ...

*bu hafta neler mi oldu, dersler bitti mesela. hiç de öyle beklediğim gibi karnaval havası gelmedi derslerin bitiş anında ortama, "ne var ki? bitecekti zaten" bakışlarıydı gördüğüm daha çok.

*maviden bileğimde biten kot aldım, evet kardeşim napalım uzunuz, boyumuza göre yapmıyorlarsa biz de kendi modamızı yaratırız :) üstelik bir de "SUper happy with my university" tshirtü aldım kendime, fresh gibi hissettim mutlu oldum.

*stajımı ayarladım, oldu bitti maaşalaha geldi bi anda. sabah görüştüm öğleden sonra işe alınmıştım bile, ışık hızında olması şaşırtıcıydı, ne diyelim allah içimize sindirsin.

the highlights: beklemediğim bi anda görünce eski dostu ne kadar özlediğini anlayıp sarılıp bırakmamak istemek, unutup nuxxlamak, halka mâl olmak, bebe mavisi starbucks mug, jenny, 5-htp, baba-kız'lar, ebebeyn duası, ve dahası...

7 Mart 2010 Pazar

introduce a little anarchy*

Bir gencin, hele de genç kızın hayalleriyle oynamayacaksın. Hiç mi düşünmedin şeytana cinsiyetini seçtirseler kız olacağını? Hiç mi düşünmedin bütün o imparatorlukları gerçekten VI."bilmem ne"den ziyade sultanının, kraliçesinin ya da düşesinin yönettiğini? evet ya, ne sandın?

Cahildim, hep cahilim,renklere kanıyorum böyle işte. Güven denen b*k sonsuz maaşallah bende;iki lafı biraraya düzgünce getirebilen herkese güveniyorum. Mesela şu an kim olduğunu ve neden olduğunu hatırlamasam da ömrümde bundan önce bir kez birine bu denli öfke beslemiştim: öteki dünya olsa ve yüzyıllarca mezarımda bekleyecek olsam da hakkımı helal etmiyorum, gelecek hesaplaşacağız demiştim. Bugün yine aynı tonda bir sesle diyorum ki: ahdım olsun, bu işi beni bir aydır bekletip adam gibi yapamayan o şirketin şu anki bütün o beceriksiz çalışanlarına tek tek ödeteceğim. Bir gün herşey pahasına o güce sahip olacağım ve bunu hesabını soracağım...

28 Şubat 2010 Pazar

remedies

*Her nasıl olduysa hiç 22 olmadım.

*Lisede hevesimi yeterince alamamış olsam gerek, sedef-pirinç-ahşap bilekliklerime; aslında granade (granat) olan ama insanların garnet diye adlandırdıkları yarı değerli taş kolyeme; kulağımın tepesindeki deliklere taktığım küçük halka küpelerime geri döndüm. Bütün bunların sebebi, eski günleri hatırlatan yandan fermuarlı kısa bir kot ceket almış olmam olabilir. Ya da güçlenen corporate tarafımı dengeleme içgüdüsü... who knows.

*Gözü başka birşeyi görmeyecek kadar, bir konu hakkında heyecanlanmak, unuttuğum güzel bir duyguymuş... Daha okula bile gitmezken bir yaz bodrumda bacağımın ön tarafını boydan boya yarmıştım kayanın birine takılarak, böyle uzuunca bir yara izim vardı. her yaz bakar bakar üzülürdüm, hiç geçmeyeceğini düşünürdüm. Şimdi bakıyorum da hangi bacağımdı o izi olan hatırlamıyorum... o koca iz bile silindikten sonra...

just remember, your soul has a light
and no matter how dark it gets
there is a way to heal and get through the night.
solasoap-right away

26 Şubat 2010 Cuma

dikkat, bu post uzundur!

Selam bilog,

Bir "okumaktan sıkıldım artık" konulu yazıma daha hoşgeldin. 15 gün olmuş tabi yazmayalı, bu arada neler gördük neler geçirdik (ben ve ben olarak) hiç sorma.

Hayatımın en "strike" depresyonuna girip çıktım, feci bişiydi, gece uyumak yerine yatağın tepesinde oturup Fight Club izledim. Sonra düşündüm eğer yarın öleceğimi bilsem "yaşamak istediğim hayat buydu" diyip huzurla gözlerimi kapatabilir miyim diye... kapatamadım, gözlerimden akan o uyku bilmediğim diyarlara kaçtı, gitti ve gelmedi. 3 gün insomnia gibi dolaştım, uykusuzluktan ölecekmişcesine ve uyuyamayarak.

Bütün bu olanlar staja başvurmamama sebep oldu, çünkü iş hayatını bir geçiş olarak değil yaşam tarzı olarak gördüm hayat denen "big picture" da ve private equity hayatı yaşamak istemediğime karar verdim. Trilyon dolarlık adamların paralarını yönetip yüz-binde-biri kadar bi maaşla sıradan bi hayat fikri mutlu etmedi beni. Olası işimin ne kadar gelecek vadettiği, ya da ne kadar sağlam olduğundan ziyade, beni ne kadar mutlu edebiliceğinin önemli olduğuna kanaat getirdim.

Bu arada hem etmediğini bırakmayıp, hem de dönüp yüzüne hayatım diyen kaç yüz milyon tane çiğ insansı olabileceğini gördüm ve aklım almadı. Amansız hastalıklara yakalanmaktan korkmayı bıraktım işte tam o anda, çünkü onlar için bile en azından destek tedaviler vardı, ama bu organizmalara, insaniyeti getirecek bi aşı henüz icat edilmemişti.

Artık ders çalışmıyorum bilog, sadece düzenli yaşamaya özen gösteriyorum. Hâlâ kirli kılıfıma kadar herşeyimi ütülüyor, 40 çeşit kremimle cildimin isyan eden bölgelerini besliyorum ama ders çalışmıyorum. Sadece zorunda olduğum ödevleri yapıyor sonra da zaman yine nasıl bitti anlamadan, "bu sefer erken uyumalıyım" diyip yine gece 3 de yatıyorum. Aslında kendime de haksızlık ediyorum. "passed by distinction" yazmasa da sınav kağıtlarımda, elimden geleni yapıyorum. Sonuçta akademisyen olmak istemediğime karar verdiğime göre, her boş bulduğum anda paper okumak zorunda değilim ya, değil mi?

Bir de böylesine piyasaya yönelik bir programda, hocaların "pure academic" olması bana çok saçma geliyor. Herkes bir Feyzullah olmalıydı burda, piyasanın tozunu attırdığı halde başka hissiyatlarla gelmiş fakülte insanı olmayı seçmiş olmalıydı. Ve doktoraya gitmeme kararımın ne kadar yerinde olduğunu görüyorum.

Oda arkadaşsız single hayata gitgide alışıyorum sanırım, tek eksikliğini hissettiğim şey, sürekli ders çalışıp benim de içime "ders çalışmalısın sen de çabuk masanın başına!" dürtüsünü sokan kimsenin olmayışı, bir de sabahları kendi sorumluluğunu alıp uyanmak zorunda olmak ayrı bir dert ama ne de olsa beni bekleyen hayat bundan böyle, böyle.

90 kuşağını sevdiğime karar verdim, böyle hayran gözlerle bakmaları, bana soru sormaları, birşeyler danışmlaarı o kadar hoşuma gidiyor ki, mentörlük fikri inanılmaz güzel geliyor.

Dünyanın hakiminin "quant"lar olacağı doğrultusundaki geniş yanılgı artık baydı beni. Hayır efendim siz mühendisler hiç de sandığınız kadar mühim değilsiniz; elektronik, kimya, fizik okuyup sonunda HRcı ya da finanscı olmak da neyin nesi? bizim daha çok sosyologa, böcek bilimciye, antropologa, avukata, simultane çevirmene ya da sanat tarihçisine ihtiyacımız var, daha fazla nerd'e değil. Fikrin kaynağı için bkz: what is education for.

Voleybol oynamayı seviyorum, oradaki takımın bir parçası olmak, kaçan topta dalga geçip gülmek, kazanırken de kaybederken de eğlenmek haftanın en güzel olayı oluyor çoğunlukla. Ve dizimde bu morluklarla dolaşmak acayip iyi hissettiriyor :))

işte böyle sevgili bilog,
bu arada kendime iki takım aldım : etek ceket :) kulağa garip geliyor değil mi :D

10 Şubat 2010 Çarşamba

büyümek vakti gelmiş ve geçiyordu

ama havva! o elmayı ısırmayacaktın...

Nerden başladık ki taviz vermeye?
Hangi yol ayrımıydı o, ışıksız gecede tabelasını kaçırıp da son çıkıştan çıkamadığımız?

ben bu değildim...

Bu olmayacaktım,"hikaye bunlar!" hep değil mi? Daha buraya gelirken ilk günden başlamıştı "corruption" belki de, "souls for sale for finance" sadece mazeretiydi kimbilir.

bir zamanlar inanmıştım oysa ki...

Artık sevilmeyi hakettiğime inanmıyorum, arkadaşlığım öyle çok da "paha"lı birşey olmasa gerek. likiditesi yüksektir heralde, heran bozdurulup harcanabilir.

Gel gör ki kin de tutamam ben, öfkelenirim en çok, o da geçer gider.İki gün sonra durur yine gülümserim insanların yüzüne.

gözlerin bu kadar mı iki hüzün, ellerin istanbul bugün...

Siyah elbiselerimi kabuğum sanırdım hep, "shell" değil "peel" miş o kabuğumun meğerse.

"Güven kazanılmaz, ancak kaybedilir" diye düşünmek sonumu getirecek belki de. Herkese dağıttığım o güveni sevdiklerimden kazanmam gereken rezervden harcadım heralde.

İnan ne yapmam geretiğini bilmiyorum. Doğru ve yanlış, olması gereken ve olmaması gereken ne hiçbir fikrim yok.

dönmek ne mümkün...

Sadece dost kaybetmek artık dayanamayacağım bir yük.

6 Şubat 2010 Cumartesi

başımda kavak yelleri

*Nasıl geçtiğini anlanmayan bir hızla geldi girdi hayatıma şubat ve her gün notlarıma tarih atarken artık 2010'da oluşumuzun çok da garip gelmediğini farkettim. Yani daha 2000li yıllarla nasıl başederiz diye düşünürken 10 yılı geçmiş bile...

*Bütün gün eski şarkıları dinledik, eski derken 90lar ne kadar güzeller öyle..

*Erkeklerin aynı sözleri bu kadar içten inanarak, birbirlerinden habersiz, başka başka yerler, başka başka zamanlarda aynı şekilde söylemesi çok enteresan doğrusu. Erkeğin kıza sarıldığı sonra dönüp boy aynasına baktığı ve ne kadar da "perfect match" olduklarını söylediği bi masal okutuluyordu da ilkokullarda ben mi kaçırdım acaba?

* "Ne kadar güzel bi gündü değil mi?" diye sormak, teşekkür mü etmektir, yoksa geçirttiği güzel günü onaylatmak mıdır? bilemiyorum.

*Zannedersem hâlâ üniversitedeyken hayatın dönemlerini benchmark edecek birşeyi oluyor insanın, daha sonra çalışmaya başlayınca geriye sayacağı birşey kalmadığı için zaman daha da hesapsız geliyor belki.

*Küçük vs kalabalık, yerel vs uluslarası şirket karşılaştırması yaptık bu hafta mentörümle, ve birçok şey için tekrar ne kadar da şanslı olduğumu anladım.

*Perşembe günü defalarca aynı servisi kaçırdım ve sonuç itibariyle o gün taksimden servise hiç binmedim.

*En büyük ve beklenmedik korkularla karşı karşıya kalıp yine de istediğim o anda kendime durup "demirden korkan trene binmez ki" dedim. Enteresandı çünkü yazmaya bile kortuğum düşünceler ve duygular çarpışıyordu zihnimde.

ve hayatımın en lezzetli dublesini içtim dün meyhanede.

1 Şubat 2010 Pazartesi

wish it's just pms

Çünkü böle dişlerim dökülene kadar gıcırtadasım var, 5 dkdan uzun düzgün konuşamıyoruz mif eşrafıyla nedense...

what-so-ever.

Görüşmeyeli turizm sektörüne şöyle bir geri dönüş yapıp geldim okula sevgili bilog, bu arada kampüs hâlâ boş, insan yok, yağmur çok, rüzgar çok, sıkılıyorum anliycaan.

Son güne bırakmicam, hemen çalışıp yapayım diyorum ama delirmek üzereyim. dersi dinleyip, notumu alıp üzerine, gelip kitabı hatmedip, not çıkarmış olmama rağmen soruları çözemiyorum. Hayır ben değilim diğerleri gerizekalı, niye kimse bu şöylemi diye sorduğumda bi cevap ver(e)miyor ki??

sevmeye sevmeye, hırs uğruna herşey bi yere kadar tabi.

Babamı düşündüm bugün yine, yıllarca çalmaktan yorulan ve sinirleri yıpranan ellerini, 20 küsür senelik yaşamışlığımın borçluluğunu, daha da bi sinir oldum. Ama bunların hepsi gerçek değil, bir çoğu applied case study... örnek olsun, daha geniş bakış açısı kazandırsın diye.

çok güzel şeyler konuştuk bugün "bebito"yla umarım unutmayız bütün bunları...

ve oteller: bir harika.

bir de staj bulmam lazım, staj bulmam lazım, staj bulmam lazım...

22 Ocak 2010 Cuma

one day i woke up...

*Hani ileride hatırlayayım diye söylüyorum, evin her metrekaresini düzeltme aşkıyla yanıp tutuşan benim. Evet yemek yapıp ev süpürüyor, buzdolabını temizleyip, antre duvarlarını siliyorum :) En zevkli kısmıda evde kimse yokken "bu işlerine yaramaz", "bu eski", "cık kullanan yoktur bunu" diyip bi dolu eşyayı kolileyip kapı önüne koymak... Yazık günah bi ev onca senenin yükünü taşır mı, di mi :)

*Yemeklerimde ev halkı için küçük, benim için büyük bir miktar olan koca kaşık dolusu tereyağı olması, onları sağlıksız değil aksine ulti-multi süper sağlıklı yemek yapar, dışarıda yediğimiz yemeklere koydukları endüstriyel motor yağı kıvamlı şeyi göz önüne alırsak...

*Daha önce konu hakkında uzuuun uzun yakındığımı tahmin ederek sadece şunu not düşüyorum, B- ile geçtim. davulzurna az, sivrisinek saz.

*Kayseri biletimi aldım, otbüsle gidicim hem de 20tl'ye ama 5 saat şaka gibi. hayır yani paşa babamın özel jetiyle büyümedim ama, ben senelerce 8-10 saat arası yolu 50tl den aşağı gelemezken, biz büyüdük ucuzladı dünya, kısaldı yollar...

*İstanbulu gün geçtikçe seviyor olmam, tatil bitip de evden ayrılacak olma histersinden kurtuldum anlamına gelmez.

*Mezelerle dolu bir rakı sofrası kurasım var, anason pek haz ettiğim bişi olmasa da muhabbetine hastayım rakı'nın. sevelim sevdirelim.

... and there was more to love :)

14 Ocak 2010 Perşembe

Mausam*

Kendimi ne kadar faydasız hissettiğimi anlatamam bilog.

Bi restoranım olsa, ama böle cafe-bar-lounge tarzında bir yer; gelen herkez mutluluk bulup, huzur dolup gitse, hiç bir sevgili benim masalarımda kavga etmese, hiç bir işadamına benim barımda iş dolu mail gelmese, hiç kimse bir yerlere yetişmese.. Tatlı tatlı, kimseyi yormayan, ama kimsenin de bilmediği hoş müzikler çalsa bütün gün, yine kimsenin bilmediği dillerde...Hani sanki heran mutfağın kapısından, o filmlerdeki çölde yaşayan, güneşten kararıp buruşmuş ama yüzü pırıl pırıl ışıldayan mistik büyücü çıkıp gelecekmiş hissi hakim olsa ortama. Adı da "Vaha" olsa...

...bu kadar işe yaramaz hissetmekten kurtulurdum belki o zaman...

Dedim çok mu istiyorum, ayıp mı ediyorum. Ablam cevap verdi: Allah akıl vermiş, kullan onu iste benden ya kulum demiş...

Öyleyse istiyorum. günü birinde kız/erkek farketmez çocuğum olursa Efe gibi olsun: gelsin kucağıma yatsın, kafasını yana devirip dinlesin beni, kızan ben olduğum halde yine ağlamak için gelsin benim omzuma yaslansın...

istiyorum: dost sandığım insanlar küçük hesaplar peşine düşüp kırmasınlar beni.

istiyorum: yeniden takdir edileyim.

ve işte tüm bu sebeplerden ve maalesef, kemiklerimin kırılacağını bilsem, sırf karşımdakinin canını yakmak için beraber bindiğimiz dalı keserim bundan sonra, eğer damarıma basmış ve beni üzüntüden bütün tüylerim diken diken olmuş da içime batıyormuş gibi hissettiriyorsa.

Dünya, içinde yaşadığımız bedenler, rolleri yüklenip oyunlar sergilediğimiz hayatlar; tüm bunlar o kadar garip ki; birbirimizi üzmeye değmez.

Batıya giden yol bile bir gün doğuya varacak.
*Nitin Sawhney

8 Ocak 2010 Cuma

upgraded lifes

içinde yaşarken hiç bitmeyecekmiş gibi duran ama dönüp bakınca "ay ne ara geçti" dediğim bir final haftası daha geride kaldı. bu zaman zarfında gün mahfumumu kaybettiğim için haliyle blog filan da yazamadım. ama bu süreçten tahmin ettiğim kadar çok nefret etmedim, sabah 3de gidip kaşarlı tost arasına mısır marul koydurmak, ya da bir kutu limonatayla adana dürüm yemek belli bir yaştan sonra pek de ilgi çekici olacak şeyler değildir heralde :) Bu hafta o kadar çok güzel yemek yedim ki konu hakkında geniiş bir yazıyı live to eat'e göndermeyi planlıyorum. gerçi o hep unutulmuş, hep üvey evlat.. ama yeri ayrı gönüllerde :)

dün telefondaki n'aber sorusuna hiç düşünmeden"büyük hayalimi yaşıyorum" diye cevap verdim. e nitekim her öğrencinin büyük bir hayali olmalı, benimkisi de, sınavdan sonra eve gidip koltuğa yayılıp tv izlemek.

öyle yorgundum ki, dik konuma getirilip kemerleri bağlanmış exit cam kenarı'mda saniyesinde uyuyakaldım. masada oturup bi kaç lokma yedikten sonra annemin yüzüne bakıp "ee şimdi ne çalışacağız" dediğimi hatırlıyorum; kesinlikle sınav döneminde çok çalışmaktan değil tabii, uykusuzluktan.

malum ben ne zaman yola gitsem, yoldan gelsem emotional jet-lag yaşar; hissedecek, yazıp söyleyecek çok söz bulurum. bu seferki hissim sıçtım mavisini görmekle ilgiliydi. sanırım benim sıçtım mavisi tonum sabancı diplomamdaki olacak çünkü bundan sonraki hayatımın bu kadar f.king fancy olabileceğini düşünmüyorum. öğrenciliğin neden bu kadar güzel olduğu konusundaki felsefik girişimim devam edecek... :)

ya yazık günah değil mi, insan 2 sene üstüste son sınıf psikolojisi mi yaşar? ev hayatının sürekliliği fikri beni o kadar boğuyor ki anlatamam. evler misafir olmak için çok güzel yerler ama yaşamak fikri... bilemiyorum, çok düşündürücü.

*bu arada MR çektirmek de o kadar korkunç bişi değilmiş. ayrıca ortam çok sıcak, sadece biraz baş ağrıyıyor; that's all.
*annem dün yemekte ne konuştuğumu anlamadı, ben mi duymuyorum yoksa sen mi çok yorgunsun dedi, bozulan türkçemi tescilledi.
*kardeşimle 3 bölüm heroes patlatmışız üstüste tadından yenmiyor.
*haftasonu bir an için, öğrenci olmayıp 5 gün aynı yolu işe doğru gidip eve doğru gelenleri kıskandım.evet ben.
*sabihagökçen'den van'a direk uçuş varmış, gitsek mi ne?
*stajımı ayarlamam lazım bilogcum. aranık mart stajı diye ilan mı versem :))
*emanuel'in ünlü geburtstag get together'ı vardı bugün. bana tabii ki yine davetiye yolladı. seneye gitsem iyi olur nitekim o da taşınabilir viyanadan.

*istanbula kar yağdı demiş miydim?

2 Ocak 2010 Cumartesi

yeniyıl baharı

dönüp okuyunca eski postları bazı şeyleri hiç de hatırlamadığımı farkettim, bazılarınıysa sanki şu an oluyormuş gibi tekrar hissettiğimi. bakınca 100küsür yazıya (arada yayınlamadıklarım da olmuş) sığmış koca 365 gün, satırlarca uzamış gitmiş ya da bir kelime de herşey anlatılıp bitmiş.
yılbaşları o kadar garip dönemler ki insan karar veremiyor, dönüp geçmişe bakıp tahlil mi yapsa ya da şimdiden gelecek planları için yola mı koyulsa? o kadar derine inip incelemedim henüz koyduğum hedeflerin neresine varmışım ne kadar neyi başarmışım. çünkü her ne kadar kısacık olsada şu insan ömrü, bence yeterince uzun değildir ömrün 1 yıllık günü böyle bir değerlendirme yapmaya.

şimdi döndüm baktım, dinlediğim bi şarkıdan alıntı yapmışım, ama türkçeye çevirerek. o şarkı neydi bulamadım ve üzüldüm keşke yazmış olsaydım bi kenera ya da o şarkıyı birine mail atmış olsaydım da outbox'ımda dursaydı diye. bu sebeple sadece zamanın bu diliminde neler düşünüp hissettiğimi not alıyorum bugün, geleceğe orjin olsun diye.

geçen hafta ybf yokuşunda yürürken öğrenmekten sıkıldım dedim kendi kendime, sabah 8.30 derse gitmekten bıktım dedim, ve öğrenmeye çalışmaktan aslında. sonra neden burdasın diye sordum kendime, burdayım çünkü üniversite hayatını seviyorum. düzensiz saatlerde spora gidebilmeyi, arada pop-up gibi ortaya çıkan seminerleri, gösterileri, eğitimleri, garip davetleri; başka başka şehirlerden üniversitelerden şirketlerden gelen konuşmacıları, eğitmenleri, öğrencileri kısaca düzenli düzensizlik halini...

içinde yaşadığım beden bana ait değil mi hissi: o kadar çok sırt ağrısı çektim ki son bi kaç haftadır... doğru düzgün hiçbirşey yapamadım ve bedenim bana çok yabancı gelmeye başladı, aynalara görerek bakmaz oldum belki de. göz kapaklarımın aslında kırmızımsı mor bir yorgunluk taşıdığını farkettim bugün mesela ve garip gelmedi görünüşüm ama inan anlamıyorum nedir yani bu kadar yorucu olan?

en güzel yılbaşım: 2010 kesinlikle hayatımın bugüne kadarki en güzel başlayan yılıdır. bütün gün herşey o kadar güzel ve içtendi ki, en ufak bir an bile aklım başka bir yerde olmadı. hiçbirşeyin ve hiçbir kimsenin yokluğunu aramadım. bütün dünya o an benim kapsama alanımdaydı ve etrafımda olup biten dışındaki hiçbirşey ilgilendirmiyordu beni. yeni yıla bu kadar rahat ve bu kadar özlemsiz girmek muhteşem bir duyguydu ve o duygu hâlâ hüküm sürüyor yanaklarımda :)

piecewise notes:
türkçem katloldu- artık tek dilde duygu ve düşünce ifade etme kapasitesine sahip değilim.
finans aslında öyle bir dünya değil-uğruna ölecek kadar sevmeden verdikleri azıcık maaşla finans dünyasına nasıl katlanılır hiç bilmiyorum. you know jonnie, tutulacak sözlerim var daha, kutsal amçlarla girdim ben bu yola.
kanyon- yok öyle bir dünya, v3.01. insanda, kesinlikle alın terinden daha geçerli şeyler olduğu fikrini uyandırıyor.
avatar dünyası - biz kendimizi ne sanıyoruz acaba? ne verdik ki bu dünya'ya bu kadar çok şey istiyoruz??

kendime not: yani madem o kadar büyük çantalar kullanıyor insanlar, ve de herşey bu kadar minyatür artık, üstelik arabayla da seyahat ediyorsun, ihtiyaç duycağın herşeyi yanına alsana a be güzelim:)

20 Aralık 2009 Pazar

cezayir ile mano

bütün hafta dışarı çıkıp dolaşma hayaliyle yaşadıktan sonra, yağmurlu bir cuma gününü proje yaparak geçirdim. cumartesi tam da burakların iddaa ettiği gibi günlük güneşlikti; ben yine proje yaptım...

içimde kalmadı değil hani çıkıp dolaşmak ama en azından gece taksime indik de sabancıdan bi nebze olsun uzaklaşmış oldum. finanstan bu kadar uzak ama tamamen kontrolüm altımda olan birşeyi araştırmak, düşünmek, hayal edip geliştirmek inanılmaz zevkli. kendini firmanın içine koyup işleri yürüttüğünü varsaymak ve ona göre raporu yazmak, neden ve ne kadar doğru bir kararla işletme okuduğumu bir kez daha gösterdi bana.

şu an tek sıkıntım omuzlarımda bir yük duran akın hocanın ödevidir. kendimin olsa yapmazdım yine muhtemelen, MM propsition & agency theory bana pek uygulanabilir değil yani, ben işin içine başkası girince daha sorumlu oluyorum. evet bu da benim "özdisiplinsiz" kişiliğimin münasır tarafıdır. ama ne biliyor musun blog, 1 haftadır diyetteyim ve ihanet de etmedim programıma, sırf o en büyük eksikliğim olarak NeoPi-R zımbırtısının yüzüme vurduğu disiplinsiz tarafımdan kurtulmak için yapıyorum bunu.

Sertab'dan private emotion dinliyorum. ama biliyor musun, aslında her his o kadar özel ve benzersiz ki: karnının mütemadiyen aç olması hissi, sokaktaki ağlayan kıza dayanacak bir omuz verme hissi, ya da yumuşacık kısacık saçların parmakların arasında süzülürkenki hissi... yaşamak güzel şey, istanbulda bir gün gezeceğini hayal etmek de.

istanbulun görünmeyen bir yüzü var ki inanılmaz güzel. yani kendi başıma hayatta girmeyeceğim yollara arkadaşlarımla gidip sonundaki o muazzam güzellikleri görmek inanılmaz güzel. dünün kahramanları cezayir lounge ile mano'ydu.

çok özledim blog fotoğraf makinem, çantam, spor ayakkabılarım ve haritamla sokakları arşınlamayı. topuklarımı seviyor olmam düzlerimi özlemediğim mânâsına gelmez, özlüyorum hem de eşekler gibi...

ve sırtım bilmem kaç zaman oldu hâlâ ağrıyor: oturmaktan.

corporate meetings, winey the pooh, başka dilde aşk, lüle lüle, lean things offered, rodrigo leão, serenade from stars, econometrics,

12 Aralık 2009 Cumartesi

17. kat

dün akşam saat 10'a gelirken, çoğumuz hâlâ CAFE'de, önümüzde bilgisayarlar ve laptoplar, "bu soru sana geliyor" şeklinde iletişir, arka planda insanların konuşmaların, kulaklıklarımda listen to yourself: coldplay X&Y çalarken, bir an için durdum ve gülümsedim. ileride bu yorgun -uykusuz aç - pc başında "ama- peki o zaman bu- hmm tamam şöyleymiş" diyişlerimizi bile özleyeceğimi farkettim, ve olabileceğim daha iyi bir yer gelmedi o an aklıma çünkü mutluydum.

ve bugün ilk defa tamamen kendi başıma istanbuldaydım. şehri sevmek, kendini rahat hissetmek ve alışmak için gerekli olan da buydu sanırım. metrobüs inanılmaz birşeydi. köprüye kmler kala başlayan o trafiğin yanından yağ gibi akıp geçerken hem utandım hem zevkten dört köşe oldum, hem de o trafikte arabada geçen zamanlarıma yandım.

arada senaryolar yazardım kafamdan, o anda çok kötü bişey olsa, önce kimi ararım ne derim gibi. köprüden geçerken o kadar şiddetli rüzgar ve yağmur vardı ki resmen camdan dışarısı görünmüyordu ve koca metrobüs savruluyor, gıcırdıyordu, hemen hollywood yapımı seneryolarımdan biri daha belirdi zihnimde, ama bu sefer farklıydı, arayacak kimse gelmedi aklıma, kimseyi aramak istemedim. zaman değişti, ben değiştim.

dışarıdan bu kadar sıkıcı aynı zamanda bu kadar da çekici gözüken başka birşey olabilir mi bilmiyorum ama corporate life ve onun bileşenleri, burger king'in ateşi misali seni çağırıyor.

mentörümün "academic excellence is a given" demesi, çalışmak için başka bir sebeptir bana.

bilmediğim birşey öğrendim mi bugün bilmiyorum ama, güzel bir gündü benim için.

6 Aralık 2009 Pazar

time of my life

hey hey :D

neresinden başliyim bilog,

çok mutluyum böyle güzel bir haftasonu olamaz heralde :) yani insan var, insan var...

ve istanbulu çok sevmeye başladım, gece bu şehir ayrı bi güzel.

sisley elbisem, gri kelebekler, nw-pumps, balkon, fındık-votka, cities, sunseekers, curls on heads, bursa kumaşlarım!, sezar ile kleopatra, kanka, sigara yanığı, tuz-limon-tekila, londra, gel tezkere, mavi polar, bülbül suyu, niye uzun bu ya, porselenzeytin, bambi, keys, sinek ilacı aromalı, bir shuttle'ı, sakız shot, a hug, corporate life, otto...

lily allen - the fear

30 Kasım 2009 Pazartesi

rest is still unwritten*

efsane yazmaya, yeni bölümler çekmeye ya da eğitilip öğrenmeye değil,

mutlu günlerimin bedelini ödemeye gidiyorum.

gerisi daha yazılmadı, ben bunun da acısını çıkarmanın bi yolunu bulurum ne de olsa, gözyaşlarımın nemi başlar bi yerden çürütmeye.

tek güzel yanı uçmak a.*. dönüş yolunun.

bu kadar.
*natasha bedingfield

26 Kasım 2009 Perşembe

seni sevdiğimdendir gelirim ben bu yere*

yalan...

bi öyle sevemedim seni e be mif, kendimi mecbur ettiğimdendir gelerim her dediğine. kapanıp da odama çalışmak hiç de zevk vermiyor inan, nerde o consumer behavior'lar, data structures and algorithms'ler...

kardeşim himym, anam aşk-ı memnu izler, babam 5. rüyasını görürken, ben bankaların ne yaptığıyla inan hiç ilgilenmiyorum. externalities ne demek ki hem?

amaçsız araç yaşamlar, çok can sıkar. -mış yani, öyleymiş.

dağlar bilmez, yollar bilmez, şu klavyem bilir...

*birsen bilir

19 Kasım 2009 Perşembe

pros & cons

econometrics öğrenmek için geçerli sebep buldum kendime: m&b, yield curve ve LXt=Xt-1

insanlara karşı duruşumun keskinötesi olması gerektiğini; arkadaş diye bir şey olmadığını, sadece "colleague" olduğumuzu öğrendim.

canımı sıkan şeyin olayın kendisi değil, altında yatan güç savaşında egale edilmiş olmak olduğunu sanıyorum.

sevmek değil sevilmek istiyorum. yoruluyorum severken, sevmiyim seviliyim, var mı öle bi dünya?? eve gidince kimse benden ilgi beklemese de herkes bana ilgi gösterse negzel olurdu di mi, evet bence de "çok ütopik oldu".

ben bunlarla uğraşmak istemiyorum, ben primitif muhabbetlere takılıp öfkeden içim içimi yesin, midem bulansın sonra da başım günler boyu bıkmadan usanmadan ağrımaya devam etsin istemiyorum. keşke biri çıksa, 25 yaşında bir kızın finansta upper limiti budur şunları şunları yapmaya kapasitesi vardır sen kendini bunlara odakla dese, ben onları seneye kadar yapmaya çalışsam. bu arada isteyerek öğrensem, insanlar bana "bu" demese, ben de vakti gelince canlarını fena yakmak zorunda kalmasam.

durmaksızın, next- next - next tıklamasam, şarkılar hep güzel güzel çalsa, bilgisayarım beni hissetse, bana ona göre davransa.

kimse benim klavyemin sesinden rahatsız olmasa da ben de rahat rahat yazsam, yazsam da rahatlasam, rahatlasam da çalışmaya başlasam, sonra yatsam uyusam, sabah saatim çalınca uyansam, uyansam da derste gözkapaklarım yerçekimiyle savaşmasa...

sırtım ağrımasa, dizim ağrımasa, başım ağrımasa, sırtım ağrımasa.....

huuusa!
...bu da 100. kayıttır

18 Kasım 2009 Çarşamba

lise

tiksindire tiksindire öğretiyorsunuz ya şu teoriyi, yazıklar olsun size. bi investment bank risk manager'ı kadar heves uyandıramadınız içimde. o anlattıkça benim bütün kitapları, bütün paper'ları okuyup yalayıp yutasım geldi, sonra noldu? fakültenin karanlık kapısından, yurdun puslu yokuşuna çıkan yolda, hava gazına dönüştü, uçup gitti bütün hevesim.
ha sanma ki öğrenmiyeceğim ben bunları, hem de cinciğine kadar. Hem marjinal fayda azalarak artan bir eğime sahiptir, onların bir koyduğu birken ben bir koyduğum bin ediyor hergün. onlar o lise bebesi zihniyetleriyle, okunacak paperları, yapılcak sunumları, yazılcak raporları unutup günü kurtarmaya çalışadursunlar bakalım. bugün susuyorsam bi kereliğine hatır gönül saydığım içindir. bundan sonra babam gelse tanımam.
siz bi yatırım grubu kurmak için bile lafı 30 kez gevip ağzınızda, kaypaklığın dibine vuruyorsanız, gerekirse sizinle beraber kendimin de oturduğu dalı kesmekten hiç çekinmem.

böyle biline.

7 Kasım 2009 Cumartesi

damalı bayrak

istanbuldan mıdır, sabancıdan mıdır bilemedim; insanlar süreli bir "-mazsın" sendromunda. daha önce hiç bu kadar istikrarlı bir şekilde birbirini demotive eden bir toplumun parçası olmamıştım. burda herkes birbirinin cam tavanı olma uğraşında, kimse kendi derdinde değil esasında. rekabet desen değil, çünkü rekabet olsa bunu adı bir çıta olur ve gün be gün yükselir. olayı bir adım öteye götürmektense diğerlerini böl kalanları kendin yönet politikası bu.

mutluluk, keyif alarak, eğlenerek öğrenmek ne zamandan beri yanlış oldu? kabul "no pain no gain" ama her güzel şey için illaha da acı ile mi ödeme yapmak gerekir, birşeyi haketmenin tek oluru yeterince acı çekmek midir?

4 Kasım 2009 Çarşamba

mutsuz funk'm

...ve yemeğe vurdum, hem de hiç tad almadan... keşke bi şişe pasifloram olsaydı, ya da lezzetli kırmızı şarabım...o zaman yemek bile yemezdim. tüm içimi kusmak istiyorum, bütün yediklerimi....

insanın tek bir hayatı olması ne kadar yazık

yani hani bakıyorsun da bugün sonra durup düşünüyorsun yarın, diyorsun ki, ilkokuldayken o şöle şöleydi, gözdeydi, biricikti, sonradan hiç de o kadar iyi yerlere gelmedi; ya da "şimdi bu çocuk o tenefüs aralarında tükürüp koşuşturan sonra da hasta olup okula gelmeyen mi"?

yani işin özü, şu an bakıp da kendini yanında ezik hissettiğim insanlar acaba günün birinde nerede olacaklar?

bunu bi önceki ömrümüzden bilseydik, iyi olmaz mıydı?

31 Ekim 2009 Cumartesi

emotional jetlag

söyleyebildiğim şarkıları ayrı bir seviyorum. kadın sesi kadar güzel ve büyüleyici başka birşey olduğunu düşünmüyorum. yani kuş sesi, akan suyun, hışırdıyan yaprağın sesi de çok güzeldir; ama tarif edebilirsin, benzetebilirsin, farklı zamanlarda farklı yerlerde işitince aynı şeyleri hissedebilirsin. kadın sesi bi ayrı sanki, bir başka "benzersiz"...

insan bedeninin yaşadığı zaman kargaşasını, fiziksel değil de duygularda yaşamak iyi mi kötü mü bilmiyorum ama pek bir garip. yani algılayamıyor insan; geçip de şu odaya tekrar oturduğunda, uyandığımda denize bu kadar yakın mıydım bu sabah, şimdi öğlen esen ılık rüzgar izmirinkiydi de dışarıdaki soğuk yağmur istanbulunki mi diye düşünüyor...

aşk budur bence, yaşamaya olan tutkudur; yıkık dökük harebelerin arasında dostlarında o huzuru sevinci bulmaktır, onlara sarılmak, uzun zamandır görmediğin için önce bi durup kalmak, sonra sanki daha bu sabah beraber uyanmış gibi sohbete dalmak. hormonların hiç işi olmadığı insanüstü duygulardır gerçek aşk.

benim aşkım, "benim insanlarım"adır. annanemin ki allaha, mecnunun ki leylaya...

farketmez: seviyorum sizi lan! :]

şimdi çalışmam lazım... ama zorunda olduğum için değil, istediğim için :]

29 Ekim 2009 Perşembe

ladies and gentlemen, we are floating in space

hava gecenin 3ünde taze mi kokar?

taranmamış, kurutulmamış, kendinden lüle lüle kıvrılmış saçlarımla ben başkası değilim sanki, yaşasın kendinlik.

kendine not: salaksın. 4 günlük tatil olmaz. tatil dediğin taş çatlasa 2 gün olur, 4 gün bayramsa, seyransa, mezun oluyor da ayrı yollara düşüyorsan "farewell"se olur, tatil olmaz. 4 gün kampsa olur, deniz kıyısında otelli, çadırlı, pansiyonlu ya da karavanlı seyahatse olur. tatil olmaz.

sanki beni uzaya atmışlar da nanik yapıp dönüp gitmişler gibi hissediyorum.

boşlukta süzülüyorum ve ben "hiç-bi-yer"liyim.

26 Ekim 2009 Pazartesi

based upon

küçük beyoğlu'nun insanlarını, günümün içindeki bütün "o" insanlardan daha "sincere" buluyorum. ele güne karşı yapayalnız böyle de olmaaz ki: şap-şap-şap derken, kimsenin eğlenmekten başka bir amacı yok, kimse yanımdaki şarkıyı daha yüksek sesle söyledi ben de daha kuvvetli alkışlayayım bâri derdinde değil, herkes kahkaha atıyor çünkü hepsinin içinden geliyor... life is life derken sanki hakkaten çözmüş hayatın anlamını, ve efes başka hiçbir yerde bu kadar güzel tad vermiyor.

bu dünyada bu kadar büyük kitleleri biraraya getirebilecek şey ne din, ne spor; olsa olsa müzik. bkz:U2

konuşan çok, icraat yok. sıkıyorsunuz hani yani, yemiyorsa girmeyin bu işlere kardeşim...

it's play time!

18 Ekim 2009 Pazar

aşk bu değil*

midem bulanıyor blog,

sıkıldıkça bulduğumu yiyip içmekten : pembe üzüm- tuzlufıstık - yeşil çay- fıstıklı çikolata- pavesi zeytinli- damak- haribo tropik- su-su ve su...
hani kusabilme yeteneğim olsa da yesem di mi? bile bile öyle bi refleksim olmadığını çöp öğütücü gibi doldurdum kendimi.

MiF'den aynı zamanda bu kadar nefret edip bu kadar çok seviyor olmam bir çelişki midir? p ise q, q ise p; yahut her ikisi birden midir? git-yap-öğren-gel sistemi hakimse yükseköğrenimde okumuyorum lan! gider evlenir çoluk çocuk yapar, hayır kurumları için kermes düzenler, tasarladığım takıları satar, senede bir de baayan arkadaşlarımla uzak doğu seyahatlerine giderim yani. ne lan bu böyle.

Ayrıca IEU bu lafım sana: yatarak top çekmek sanatından başka bişey vermemişsin bana, hani onu da tam versen içim yanmiyacaktı biliyon mu... tek üstün yanın dans klüplerinin muazzam olmasıdır, bi de bi kaç yolunu kaybetmiş iyi insanın sende buluşmuş olması... bir seizec, bir geowyns, bri yazkızım başka bi üniversitede buluşmuş olaydı şu an dünya nerelerde olurdu tahmin bile edemezsin. gel gör ki "kismet happens"...

*Birsen dinliyorum bugünlerde, stresime iyi geliyor.. bir de ne güzel diyor : "...sen, insanı öldürürsün sen..."

15 Ekim 2009 Perşembe

ain't no sunshine

selam blog,

biraz yakınicam sana. çok mu şart sebebi olması, canım nazlanmak istiyor. açıkca kötü giden bişi yok (dağlara taşlara, uçan da kuşlara, meaşallah :]) ama hep de iyi, süper ya da düper olamıyor tabi hayat.
bugün venture capital'ın ne olduğunu öğrendim. ne istediğimi bilmediğim hayatımda ne istemediğimi bilmek suretiyle üstünü çizdiğim bir satır daha oldu: pek bi mesudum. bence bu kötü değil, yani bilmiyorum suç mu!? öğreniyorum blogcum, daha n'olsun işte gelişiyorum, takdir etmen lazım ayıplaman değil...
bugün mba2'lerle tanıştım, aslında kafa insanlara benziyorlar, ölesiye gıcık olmaktan vazgeçtim. tanışalım kaynaşalım workshop'u düzenliycem kendi kendime, dağ başındaki yabaniye rolü çok sıkıcı, pek bayağı :D

sevgili okuyucularımdan özür diliyorum fekat,
şimdi bazı insanlar var(insan demek bile suç ama), onlara şunu demek istiyorum : defolun gidin hayatımdaaaan!! benim lan bu hayat! is-te-mi-yo-rum! mesaj da atmıyorum, maile cevap da vermiyorum, allaha havale ediyorum ben sizi, beter olun, defolun.

neyse; normal moda geri dönersek, bu muzlar niye sürekli yeşil?

bi de: genetikçiler var, bilgisayarcılar, polical science'cılar vee biz finanscılar: negzel yurttur ya burası, her telden her renkten dup diri dup :]

10 Ekim 2009 Cumartesi

pano

ekrana bu kadar yaklaşmamıştım uzunca süredir, aramızdaki defterleri, 4 renk ataçlı kağıtları, kırmızı mavi siyah stabiloları, akademik ajandayı ve kitapları kaldırıp, önüme almamıştım bilgisayarımı...

finansla ilgili o kadar heyecan verici şey oluyor ki bloglamak istediğim, sıkıcı olmaktan korktuğum için yazmıyorum.

şimdi bişi itiraf edicim blog, hayatımda ilk defa bilmediğim şeyler beni ele geçiriyormuş gibi hissediyorum, yani hatırlamıyorum acaba erasmusa ilk gittiğimde de oraya yabancı olmak böyle hissettirmiş miydi? ama sanmıyorum çünkü hem hepimiz yabancıydık hem de hepimiz yeni. "even"dık.
şimdi burada disadvantaged benmişim gibi hissediyorum ilk defa. sanki herkes benden daha iyi biliyormuş, daha iyi anlıyormuş, zamanı daha etkili kullanıyormuş, benle aynı takvimsel zamanda benden daha uzun yaşamış da benim görüp geçirmediğim zamanlardan geliyormuş gibi hissediyorum.

çocuk doğurmak böyle bir his olsa gerek: köprüden karşıya geçene kadar ömrü tükeniyor insanın zaman sonsuza doğru uzayıp gidiyor gibi hissettiriyor durkalk- güvenlik şeridi ihlal et trafiği; ama bi kere geçip de emirgana o güzel yalının bahçesine girdin mi dünyalara değer gibi hissettiriyor bu şehir insana.

30 Eylül 2009 Çarşamba

"kismet happens"

kimse böyle güzel gülmüyor, neşemiz var ! kırmızı benekler gibi çoğalırlar :]

eylül'ün son haftasını alice hanım bayramı ilan ediyorum, maşallah de, nazar etme nolur, yeterince uslu dur şirinler gelir seni bulur :)

ne anlatiyim blog,

dün mantı yedim, bugün akşam yemeğini kaçırdım, hypothetically açım, ama aslında değilim.
bugün yeterince koşamadım, heartbeat şeysi çalışmıyordu kalbimi yormayayım dedim.

aaaa! ehliyetimi aldım blog! arabamı da beğendim, şöle biraz para kazanıp, toplu taşıma çilemi doldurduktan sonra alırım artık.
amaaa almayabilirm de çünkü NYa gidebilirm, çok kıymetli "50 günde bir var sonra hiç yok" mentörüm öle salık verdi, aklıma da yattı.

upcoming event:time of my life olabilir, öyle hissediyorum.

yani şöyle diyim anla : uyku mu? o da ne? kim ihtiyaç duyar ki uykuya?
hı-hı evet aynen öyle! :D

dear god,
sağlığımızı, huzurumuzu, sevdiklerimizi bize bırak, dünyadaki bütün nutellaları, cadburyleri, damakları alıp plütona hapsedebilirsin.

yeter ki dostlarsız olmasın hayat :)

içimde uyuzluğu bırakıp bazen yumuşayan ve sohbete dalan bir yön var ya, işte onu çok seviyorum :]

22 Eylül 2009 Salı

kal demedin

sevgili mif, o kadar da derin bir sevgi salamamışsın ki içime, şu an -bayram tatili anı- "bitse de gitsek" modunda değilim.

amacı erteleyince araç önemini yitiriyordur belki de, ama hayatı sürdürme şekli araçlardan geçince, yani hayatın anlamı o araçlara yüklenince, bırakmak sözkonusu bile olamaz.

küçük bir buzdolabı istiyorum, odamda, kendi cumhuriyetimde. o ayçiçek yağlı iğrenç pirinç havuzlarında yemek zorunda değil, so called pilav by someothers.

"uzun bir bayram tatiliniz olduğu için sizi cezalandırıyorum" zihniyetine karşıyım. ekonometri'yi hiç sevmedim, gün ışığı almayan dersliklerden nefret ediyorum. muhasebeyle de aramızda "ne olduğu ne öldüğü" tarzı bir ilişki var, ne olacak bilmiyorum.

doktorasını almış ama önünü ünvanlarla boğmamış hocaları daha çok seviyorum, kafaları bize daha yakın oluyor... onca doçentlik, vs.lik jurisine girerken devrelerini yakmamış, dolayısıyla da daha taze beyinli oluyorlar, daha iyi iletişiyorlar.

bazen o kadar güzel hissediyorum ki, o an yanımda kimse olmamasının ne kadar yazık olduğunu düşünüyorum... gani gani sevap akıyor da şelaleden kimse nasiplenemiyor gibi :]

9 Eylül 2009 Çarşamba

teaching essentials

sınavımın kötü geçmesi ile sormak isteyip de soramadığım sorulardan mütevellit böyle bir yazı yazmak istedi canım.
oldum olası, "bunları daha önce gördünüz onun için geçiyorum, ama bildiğinizi farzederek de üstüne bi miktar bilgi ekliyorum" tavrından nefret etmişimdir.bir işletmeci olarak bilgisayardan yandal yaptığım günlerde sık sık karşılaştığım bu durum, şimdi de karşıma benim bildiğim ama "peer"larımın bilmeyebileceği konularda çıkıyor. yine de gıcık oluyorum.

sınavımın kötü geçmesine geliince... ben anladığımı düşünüyordum konuları ama demek yeterince anlayamamışım... böyle olunca çok moralim bozuluyor.

7 Eylül 2009 Pazartesi

kırık şampanya

uykuyla uyanıklık arasında geçirdiğim o vakitlerden olsa gerek son zamanlarda çok sık rüya görüyorum. tabii ki nisandakiler kadar korkunç olamaz ama rüyalarımdan etkilenip gerçek hayatta hislerimin farklılaşması bi hayli enteresan...

1 Eylül 2009 Salı

extremely sleepy

eğitim öğretim hayatıma, dolayısıyla da "in english" geri döndüğüm için, yazılarımdaki turist kelime sayısında artış beklenmektedir, önemle duyurulur.

ders çalışmam gerektiği ve saatin hrnüz on çeyrek olduğu gerçeği sözkonusu olmaksızın derin bir uyku hali kapladı ruhumu, dile kolay, göze zor bi durum.

yalnızlık olgusu hakkında düşünmek için bolca zamanım oluyor şu sıralar nitekim bilmemkaçbin metre karelik koccaa kampüsde toplasak bir elin parmağını geçemeyecek kadar insancık yaşıyoruz. herkesden önce gelmeyi severim genelde, aidiyet hissini haklı kılar burda çoğundan daha uzun zamandır bulunuyor olmak ama ders bittikten sonra cırcır böcekleri örümcekler ve sivrisinekler olarak körler sağırlar birbirini ağırlamak sıkıcı olabiliyor.

"yalnız olmaktan mutsuz değilim ama yalnız olmaktan mutlu olma halim de sona erdi"

29 Ağustos 2009 Cumartesi

the reason why

"bazen insan içinde bulunduğu zamanın sahte gerçekliğine kendini fazlaca kaptırıp resmin tümünü görmeyi unutuyor" diye ilk defa düşünmüyorum ama bu kadar kesin aydınlanma yaşayarak bu hissin içimde yükselmesi ikincidir. hayatta bazen, ama nadiren, büyük amaçlarla bir yola çıkılır. tüm o alakasız ufak tefek şeyler aslında bütünde o amaca hizmet eden önemli şeylerdir. hedef büyüdükçe uğraşacak ayrıntılar artar, yapılacak işler küçülür bazen, işler küçülüp basitleştikçe de hedefin zorluğu ve önemi akıllardan uçup gider.

ama tanrı vardır ve yarattığı kullarını sever; en azından beni çok sever, ben buna inanırım. ve bazen "reminder"lar gönderir. yoldan çıkana felaket, küçük hatalar yapana kendine dikkat et şeklinde.

bana da telefonlar gelir arada sırada, ne zaman ki elde ettiğim şey beni çok memnun eder, beklentilerimin üstüne çıkar, gözümü kamaştırır, ekranda yazan isim zihnimi bir anda aydınlatır. çünkü bazı şeyler bir amaç uğruna, küçük şeylere inattır.