29 Nisan 2010 Perşembe

unuttum

çok yazacaktım, ama gel gör ki unuttum.

demeye meylettiğim vedövidöler şunlar olabilirdi.

*dün metronun merdivenler bitip de gökyüzünü gördüğümde bir an arkama dönüp baktım ve şöyle dedim "hergün istiklali göreceğin aklına gelir miydi?"

*herkesin birbirine ismi ile hitap ettiği ya da sen diyebildiği bi ortam fikri o kadar da zor değilmiş.

*sinemada otururken kendimin küçük bir baloncuk içinde dolaşıyor olduğunu hayal ettim, yani sanki ben o küçük çocukların üflediği gliserin mucizesi su köpüğünden bi balona sahipmişim de onun içinde yaşıyormuşum gibi, kısacası tek kişilik dünyamda çok da normal gelen bir yanlızlığı paylaşıyordum kendimle yanımdakinin kim olduğunu önemsemeksizin.

* acayip rüyalar gördüm dün gece, mesela 2. katmış durduğum pencere ve daha önce atladığımda canım yanmamıştı, şimdi ise çok yüksek gözüküyor diye düşünüp korkuyormuşum.

* insanların beni arayıp heyecanla "ESRA!" demeleri mutluluk bile içerse beni yerimden hoplatıyor, feleğimi şaşırtıyor. lütfen önce "alüü" diyiveriniz.

*fazla duygusal çeşitlilik hiç bana göre değil, bukadar yüksek volatilite sağlığıma zarar. aslında ben o anda içten içe öyle bir çemkiriyorum ki, dışarıdan o kadar sevimli göründüğümü söyleyip hatta ve hatta şaşmaları aslında beni daha da şaşırtıyor da onlar bunu bilmiyor.

*külkedisi muamelesi yapan şişko üvey kardeş rolüne soyunmuş küçük beyinlerin unuttuğu birşey var ki o da külkedisinin aslında prenses olduğudur. nedir yani, çok mu istiyorsunuz beni prenses yapmak. hı-hı evet çok da bale pabucumdu.

20 Nisan 2010 Salı

anlatacaklarım

Şu an öyle başım ağrıyor ki, bi anda saplandı ağrı ve yavaş yavaş dağılıyor, hani beyin kanaması filan geçiriyorsam anlatacam diyip de anlatmadan gitmiş olmayayım diye yazıyorum bilog :)

Eğer iş, hayat tarzın oluyorsa biryerden sonra, ve bütün vaktini alıyorsa, en azından hayatının aşkıyla karşılaşmana müsade edecek ve onu yaşatacak kadar esnek olmalı diye düşünüyorum. evet manyağım.

Bi heves aldığım siyah takımlarım bi yerden sonra ruhumu feci boğuyor ve pembeli alice hanımı özüm özüm özlüyorum, gözüm artık neon sarılara, fıstık yeşillere, saten pembelere gidiyor direkt.

Diş doktoruna gitmek o kadar sıradan bi hâl oldu ki benim için bazen saat kaçta gidecektim o hafta onu bile unutuyorum. Ama Belizin bana küçük kardeş muamelesi yapmasını, babasının beni sarılıp öpmesini çok seviyorum artık ve hiç hayıflanmıyorum.

İzmire taşınıp settle olma fikrim bugünkü 45 dakikalık koşum sonrası tekrar birgüzel değişmiştir. Dövmesini yaptıracak kadar içime sindirememiş olsam bile hayat "never settle" düzeni üzerine kurulmalıdır benim için. Ha, şu an öyle mi? maalesef hayır.

Okan'a gittim biloog! Hani bilen bilir (yani bi tek kendim) ben hastasıyımdır okanın, bana çok kafa, çokk beraber çalışılası gelir; ekibine ve üçköşe masasının üzerindeki her sene değişen bilimum garip objeye bayılırım.

Son bi kaç senedir, hatta ilkokulda mcdonaldsda doğum günü partisi verdiğimden beri, doğumgünlerimi kutlamaktan kaçınıyorum galiba, nasıl anlatsam, beklentiye girmek istemiyorum, insanların hatırlamaması ihtimali pek de çekici gelmiyor... dün ofistekilerin doğumgünü kutlanınca bi içim buruldu tabi ama bugün gelen idefix paketi herşeyi kompanse etti, ne süpersiniz olm siz! word cloud yapmış olmanız ayrı bi çoşku kattı bana, üstünde takım elbise kucağında alice'in kitabı elinde bi kart postal ve kocaman bi sırıtışla ofiste dolaşmamın ne kadar acayip durduğunu anlatmıyorum bile :)

uykusuzluktan deli olucam bu arada, yatıyorum kalkıyorum, sanırsın ki hiç uyumadım.

15 Nisan 2010 Perşembe

no sense

yeni dönmüştüm o zamanlar, herşeyi karşılaştırmayı henüz bırakmadığım zamanlardı... birgün emanuel bana bir şarkı gönderdi: "little bird" şimdi onu dinliyorum.
emanuel zaten herzaman muhteşem ve şaşırtıcı şeylerle karşılamıştı beni, içten gelen inceliklerle...

bugün gördüğüm şeyin daha fazla etki yaratmasını beklerdim, üzüleyim mi sevineyim mi bilemedim. şuan düşünüyorum da, this is just not what i meant to be.

esra! bu sana okkalı bi hatırlatmadır kızım! git buralardan!
*tchaikovsky D major 35: allegro moderato

14 Nisan 2010 Çarşamba

demirden korksam, trende işim ne?

Benim tanrı inancımın farklı bir boyutu vardır. Mesela onun bildiğini kuldan saklamanın gereği olmadığına inanırım. Henüz hiçbir köyden kovulmadım ama kendi doğrularım olan bu saklanmamalık düşündüklerimi söyledikçe kovulmadık köyüm kalmayabilir ya da insanlar beni bağrına basabilir, kimbilir :)

Benim o an onu düşünmüş olmamı, ya da tamda öyle hissettiğim gerçeğini; yazdığım şeyleri silmem ya da susmam ne de olsa değiştirmeyecek.

8 Nisan 2010 Perşembe

yine vaktim kalmadı, yine yazamadım

Pilim bittiğinden ya da sürem dolduğundan değil ama psikolojik bir baskı var üzerimde hemen uyumazsam sabah kalkmak acı verebilir, sonuç olarak da bütün gün ofiste sirke satabilirim diye düşünüyorum.

Müzik dinlemeyi, ama kendi müziklerimi, çok özlüyorum. philips kulakiçi kulaklıklarımı ve mp3 player'ımı.

Başkalarının aşklarını izleyip(bkz:diziler) gerçek olabildiğini düşünmek, tekrar gastronomik hayaller kurmak hep bir çocuksu hayalcilik midir yoksa hayatın ta kendisi midir, en kaligrafiğinden bir soru işareti benim için şu iki gündür.

Ne giysem üstümden düşüyormuş hissi yaşamak, saçlarımın ne yapsam işe gidene kadar düzgün kalmaması, ya da en azından bana öyle gelmesi, ve bunların çok da umrum olmaması, hem de 3 haftada, hayr-ı alamet olmasa gerek.

Sırf varlıkları bile neşe getiren insan tipi var, bunu biliyorum artık, üniversitede vardı öyle bir dostum; korkarım artık o benimle karşılaşmak dahi istemiyordur. Şimdi de işyerinde var öyle bir colleague'm; o ortalarda gezindikçe içim ferahlıyor.

5 Nisan 2010 Pazartesi

pariste son konser

nite nite blog,

Farkındayım çoktur yokum ortalarda ama sen ne çektiğimi gel bir de bana sor :)

En yakın zamanda şunları anlatacağım sana:

*İnsanın kendini birşeye nasıl da ikna ettiğini (bkz:esranın termodinamik halleri)
*İş hayatının hem öğrencilikten kat kat kolay olup hem de nasıl bu kadar yorabildiğini,
*Women in black ile Alice in pink arasındaki 7 farkı,
*Ağzında dikişlerle dolaşmanın nasılda "ordinary'n' not-so-cool" bişey olduğunu ve dişçi koltuğunda kendimle yaptığım konuşmaları,
*Hakkaten evlenip izmire taşınma fikrine neden nasıl niiçin hangi kozmik hormik düzenler içinde mey'lettiğimi,
*Sürekli bişeyler konusunda "argue" etmek zorunda kaldığım değil de, izledikten sonra defalarca "çok güzeldi yaa" diyebileceğim bir festival filmine diğer onlarcası arasından seçip bileti alıp beni çağırabilen insanlarla dolu bir dünya ütopyamı,
*Perfect man, ya da perfect women diye birşey olmadığına göre, "perfect couple" diye birşey olduğuna inanmak istememi ve neden ağızlara sakız olmuş bu kavramı bir türlü içselleştiremediğimi,
*Poker öğrendiğimi, flashforward'a başladığımı, bütün herşeyin self-fullfilling prophecy olduğunu,
*ve yazmayı ne kadar da özlediğimi...

...uzun uzun anlatacağım sana, ama şimdi uyumam lazım yoksa çok çekilmez biri olabiliyorum :))